İnsanın varoluş serüveni, doğa karşısındaki zayıflığını fark etmesiyle başladı. Tarih öncesi dönemlerde insan, yırtıcı hayvanlardan ve zorlu doğa koşullarından korunmak için mağaralara sığınarak, hayatta kalma içgüdüsünü aklın ve düşünmenin temeli hâline getirdi. Zamanla gelişen bilişsel kapasitesi sayesinde çevresindeki canlıları ehlileştirdi, doğayı kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye başladı. Ancak bu süreç, yalnızca insanın doğa üzerindeki hâkimiyetini değil, insanın insan üzerindeki tahakkümünü de beraberinde getirdi.
Toplumların gelişimiyle birlikte insanlar arasında bilgi, güç, sermaye ve iktidar temelli eşitsizlikler oluştu. Zekâ ve beceri farklılıkları, bazı bireylerin başkaları üzerinde otorite kurmasına zemin hazırladı. Bu durum, tarih boyunca farklı biçimlerde tezahür etti. Kölelik, sömürü, sömürgecilik, sınıf ayrımı ve ideolojik hegemonya gibi yapılar, insanın kendi türü üzerindeki hâkimiyet arzusunun ürünüdür.
Günümüzde bu tahakküm biçimi dijital alanda yeniden üretilmektedir. Dijital teknolojiler başlangıçta bilgiye erişimi kolaylaştıran, iletişimi hızlandıran ve insan yaşamını konforlu hâle getiren araçlar olarak sunulsa da; zamanla bireylerin davranışlarını yönlendiren, algılarını şekillendiren ve bağımlılık yaratan bir güce dönüşmüştür. Bu durum, bireylerin dijital sistemlere gönüllü olarak bağlanması, mahremiyetini paylaşması ve görünmez bir gözetim ağı içinde yaşamaya başlaması anlamına gelmektedir.
Sosyal medya algoritmaları, veri madenciliği, yapay zekâ destekli gözetim sistemleri ve dijital ekonominin dinamikleri; insan davranışlarını kontrol eden yeni bir iktidar alanı yaratmaktadır. Bu yeni düzen, klasik kölelik biçimlerinden farklı olarak fiziksel değil, bilişsel ve psikolojik bir bağımlılığa dayanmaktadır.
Dijital çağın sunduğu olanaklar insana özgürlük vaat ederken, aynı zamanda onu görünmez zincirlerle kuşatmaktadır. Teknolojik ilerleme, etik ve bilinçli bir kullanım bilinciyle desteklenmediği sürece, insanın kendi yarattığı sistemler karşısında yeniden tutsak hâline gelmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Peki, bu dijital süreç çocukları otizmli yapar mı?
Dijital esareti konu edinirken, bir ara sosyal medya uygulamalarının birinde yayınlanan bir video dikkatimi çekti. Video benim yazmaya başladığım konuya dair aynı düşünceleri paylaşır gibiydi. Aslında bir mezenformasyon (misinformation) örneği de diyebiliriz. Mezenformasyon bilginin kasıtsız ve istemeden yanıltıcı olması durumudur ya, videoda şu cümleler geçiyordu; “ Otizm her zaman anne karnında başlamaz, normal çocuklar bile bir yerde otizme dönüşebilir. Bunun sebebi de günümüzün teknolojik imkânlarıdır. Ne yazık ki bazı anne babalar çocukları sakin dursunlar diye belirli zamanlarda ve evlerde telefonları, tabletleri açıp onlara verirler.  Çocuklar bu sayede kendi iç dünyalarına kapanırlar ve içlerinde başka bir dünya yaratırlar buna da otizm deriz.
Bu çocukların kişisel becerileri, sosyal iletişimleri zayıf olur. Göz teması zayıf olur, dikkat eksikliği, konsantrasyon eksikliği gibi problemler ortaya çıkar. İşte bu problemleri önleyecek bazı şeylerden bahsedeceğim. Çocuklarınızla biraz vakit geçirin. Onlara zaman ayırın. Yoksa otizm gibi bir tanıyla karşılaşabilirsiniz…”
Videoda geçen bu konuşmayı da yazıma dâhil ederek, aslında bir farkındalık yaratmaya çalışan o videonun daha doğru bir açılımını yapmak istiyorum.
Dijital dünyanın çocuklar üzerindeki etkisi ve otizmle ilişkilendirilmesi üzerine bir değerlendirme yapacak olursak; otizm, doğuştan gelen nörogelişimsel bir farklılık olarak tanımlanır. Yani otizm, bir çocuğun beyin gelişiminin erken dönemlerinde, genellikle doğumdan önce ya da hemen sonra şekillenen biyolojik bir durumdur. Bilimsel olarak otizmin nedenleri arasında genetik faktörler, prenatal (doğum öncesi) etkiler ve sinir sistemi gelişimindeki biyolojik farklılıklar gösterilmektedir. Bu nedenle otizm, sonradan kazanılan bir durum olarak kabul edilmez.
Dijital çağın, çocuklar üzerindeki etkilerini incelediğimizde; cep telefonu, tablet ve bilgisayar gibi cihazların aşırı ve kontrolsüz kullanımı, çocukların sosyal gelişimini, dikkat süresini ve iletişim becerilerini olumsuz etkileyebilmektedir. Özellikle erken yaşlarda ekranla fazla vakit geçiren çocuklarda, göz teması kurmama, dili geç kullanma, sosyal oyunlara ilgisizlik ve çevreyle iletişim kurmada isteksizlik gibi davranışlar gözlemlenebilmektedir. Bu belirtiler, otizmle benzer göründüğü için bazı ebeveynlerde; teknoloji otizme neden oluyor algısı oluşmuştur. Ancak bilimsel olarak bu doğru değildir. Dijital ekranların aşırı kullanımı, otizme neden olmaz, fakat otizm benzeri belirtiler ortaya çıkarabilir. Bu duruma bazı uzmanlar “dijital izolasyon sendromu” ya da “sanal otizm” kavramlarıyla dikkat çekmektedir.
Dijital araçlar, özellikle 0–6 yaş arası çocukların doğal sosyal öğrenme süreçlerini engelleyerek, beyin gelişiminde bazı alanların geri kalmasına yol açabilir. Bu da gerçek otizmle karıştırılabilecek geçici davranışsal belirtiler doğurabilir. Fakat bu belirtiler, çocuk dijital ortamdan uzaklaştırıldığında ve sosyal etkileşimle desteklendiğinde büyük oranda düzelme gösterebilir. Bu bakış açısıyla, dijital dünya çocuklara bir “otizm bileti” sunmaz; ancak bilinçsiz ve denetimsiz kullanıldığında, doğal gelişim yollarını zayıflatabilecek bir risk faktörü haline gelir.
Dijital Dünyanın Çocuk Gelişimindeki Riskleri ve Fırsatları
Çocukların ilk iletişim aracı artık çoğu zaman ekranlardır. Eğlence, öğrenme ve sosyalleşme süreçleri dijital platformlara taşınmıştır ancak bu değişim, doğal öğrenme yollarını etkileyebilmektedir.
Dijital teknolojinin fırsatlarına göz attığımızda; dijital araçların, bilgiye hızlı ulaşmayı sağlaması, özellikle uzaktan eğitim ve dil öğrenme uygulamalarında çocukların bilişsel gelişimini desteklemekte, eğitimde erişilebilirlik fırsatı sunmaktadır. Tasarım, kodlama veya oyun geliştirme gibi etkinlikler çocuklara üretme ve düşünme becerisi kazandırarak, yaratıcılık ve problem çözme konusunda destek sağlamaktadır.
Dijital dünya, doğru rehberlikle kullanıldığında çocuklara farklı kültürleri tanıma ve iletişim becerilerini geliştirme fırsatı sunarken sosyal katılımda bulunmalarını destekler. Dijital Dünyanın Risklerini incelediğimizde; aşırı ekran süresi, çocukların yüz yüze iletişim kurma becerisini zayıflatır. Bu durum, sosyal gelişimi olumsuz etkiler ve sosyal izolasyon dediğimiz durumu doğurur. Aşırı ekran maruziyeti; göz teması kurmama, duygusal tepki azlığı ve sosyal ilgisizlik gibi otizm benzeri davranışlar doğurabilir. Ancak bu durum gerçek otizm değildir, genellikle sanal izolasyon kaynaklı gelişimsel yavaşlamadır.
Uzmanlar 2 yaş altı çocuklara ekran önermemekte, 2–6 yaş arası için günde en fazla 1 saat kontrollü süre önermektedir. Ekran süresi yalnızca vakit geçirme değil, birlikte geçirilen etkileşimli zaman olarak görülmelidir. Fiziksel oyun, doğa, arkadaş etkileşimi ve kitaplar çocuk gelişiminin vazgeçilmez parçaları olmalıdır. Dijital dünya, doğru kullanıldığında çocuklara sınırsız öğrenme ve yaratıcılık alanı sunar.
Ancak kontrolsüz kullanım, çocuğu kendi iç dünyasına hapseden bir izolasyon aracına dönüşebilir. Bu nedenle amaç, dijital dünyayı yasaklamak değil, dengeyle yönetmek olmalıdır. Teknoloji, çocuğun elinde bir oyuncak değil; onun geleceğini şekillendiren bir araç olmalıdır.





